İslâm Tarihi ve Sanatları Bölümü Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 18 / 18
  • Öğe
    Bir fetvâ emininin hayratı: Gedizli Mehmed Efendi’nin vakıf faaliyetleri
    (Hitit Üniversitesi, 2020) Ayar, Talip
    Mehmed Efendi (d. 1253/1837) from Gediz was one of the religious scholars within his family tree. He spent his earlier life period to complete his educational life and after graduating from formal schools he undertook various significant positions in ilmiyye (the Ottoman religious administration). Among the duties he undertook are the professorship, regentship, judgeship and fatwa authority. Mehmed Efendi extended his interest out of scholar efforts such as joining charity and public services. For this purpose, he found a waqf (a charity organization) institution in 1212/1797. The base wakfiyah (first establishment documents) and zeyl waqfiyah (additional establishments' documents) indicate that the waqf consists of a madrasah (school), library and several other properties generating income for the waqf services. In this context, it is learned from his charter of a waqf dated 1212/1797, that he built a madrasa in Gediz, where he was born and raised and gave some income-generating resources to the foundation. Mehmed Efendi continued his charitable attitude until the last moment of his life. This is evident in the foundation charter dated 1245/1830, 1247/1832 and 1249/1833. As a matter of fact, in addition to the madrasa he had built, he incorporated his house into the foundation along with its add-ons and land. He then donated his cash savings. This time Mehmet Efendi, who was not satisfied with these, expanded the area of the madrasa he had built before and built a library and continued his charitable activities by providing books. In this respect, the scope and content of the Mehmed Efendi Foundation will be discussed. The charitable and charitable activities of Mehmed Efendi will be examined based on four charters belonging to the foundation.
  • Öğe
    Yahyâ b. Zeyd isyanı ve Horasan’daki etkileri
    (Cumhuriyet Univ, Fac Theology, 2020) Kara, Cahid
    Emevîler dönemi önemli iç gelişmelerden biri Ehl-i beyt mensupları tarafından gerçekleştirilen isyanlardır. Kerbelâ’dan sonra 122/740 yılında Zeyd b. Ali tarafından Kûfe’de gerçekleştirilen isyan başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Babasının isyanı sonrası Yahyâ Kûfe’de Irak valisi Yusuf b. Ömer’in yoğun takibatına uğramış, bundan dolayı kendini daha güvende hissedeceği ve taraftarlarının da bulunduğu Horasan bölgesine geçmiştir. Yahyâ’nın Horasan’ı tercih etmesinin en önemli sebepleri arasında bölgede Ehl-i beyt taraftarlığının taban kazanmış olmasıdır. Nitekim Horasan’da Keysâniyye, Abbâsoğulları ve Zeyd b. Ali’nin taraftarları faaliyete bulunmaktaydı. Yahyâ bu şartlar altında Irak’tan ayrılarak doğuya doğru Nînevâ, Medâin, Rey, Nîşâbûr yolunu takip ederek Serahs’a gelmiş ve burada yaklaşık altı kadar ikamet etmiştir. Yahyâ sonrasında doğuya yoluna devam ederek Belh şehrine gelmiş ve burada halife Hişâm b. Abdülmelik’in vefatına kadar kalmıştır. Yahyâ’nın Irak’tan Belh’e uzanan yolculuğunun genel olarak amacı muhtemelen Irak valisi Yusuf b. Ömer’in takibatından kurtulmak, Horasan’daki Ehl-i Beyt taraftarlarıyla iletişime geçerek isyan için uygun siyasî havayı oluşturabilmekti. Irak valisi Yusuf b. Ömer Belh’teki ikameti esnasında, Yahyâ’nın yerini tespit etmiş ve kendine bağlı Horasan valisi Nasr b. Seyyâr’a emrederek Yahyâ’nın Merv’de hapsedilmesini sağlamıştır. Yahyâ’nın Merv’de hapsedilmesi halife Velîd b. Yezîd’e bildirilince, onun salıverilmesini emretmiştir. Vali Nasr, Yahyâ’ya doğrudan halifenin yanına gitmesini ve fitneye sebep olabilecek durumlardan kaçınmasını tavsiye etmiştir. Yahyâ bu durumda Merv’den yola çıkarak ilk olarak Serahs’a gelmiş, sonrasında Tûs üzerinden Nîşâbur’a ulaşmıştır. Bu esnada Horasan valisi Nasr b. Seyyâr güzergâh üzerindeki valilere mektup yazarak Yahyâ’nın hareketlerini takip etmelerini ve şehirlerde uzun süreli kalmasına izin vermeyerek diğer bir şehre gidinceye kadar takip etmelerini emretmiştir.Yahyâ Beyhak şehrinden daha fazla batıya ilerlememiştir. Horasan’ın batıdaki sınır şehri olan Beyhak’tan ileri gitmemesinin nedeni Yahyâ’nın Irak valisi tarafından yolda bir hile sonucu öldürülebileceğinden çekinmesidir. Bundan dolayı Beyhak’tan geriye dönerek Nîşâbur’a gelmiştir. Burada yolda rastladığı bir kervanın binek hayvanlarına yanındaki yetmiş kişi ile birlikte el koymuşlar fakat ücretini de ödemişlerdir. Bu olaydan dolayı Nîşâbur valisi Yahyâ ve beraberindekiler üzerine asker sevkinde bulunmuş fakat çıkan çatışmada Yahyâ’nın taraftarları kendilerinden sayıca fazla valinin askerlerine karşı başarılı olmuşlardır. Yahyâ ve yanındakiler bundan sonra doğudaki Belh’e doğru hareketlerine devam etmişlerdir. Yahyâ’nın Belh’e hareketinin sebebini kaynaklar tam olarak ifade etmeseler de muhtemelen coğrafî uzaklık ve bölgedeki muhtemel Şiî potansiyel kendisini yönlendirmiş olabilir. Ancak Yahyâ bu sefer Belh’e Merv üzerinden değil de güneydoğu istikametinde yol alarak Herat ve Cûzcân üzerinden ulaşmayı hedeflemiştir. Yahyâ’nın Cûzcân’a ulaştığı haberi üzerine Nasr b. Seyyâr üzerine sekiz bin kişilik bir ordu göndermiştir. Yahyâ yetmiş veya yüz yirmi kişiden oluşan az sayıdaki yanındaki taraftarlarıyla Emevî ordusuna karşı çatışmaya girmek zorunda kalmıştır. Sonuçta kendisi ve taraftarları öldürülmüştür. Yahyâ’nın başı vücudundan kesilerek halifeye gönderilmiş, cesedi de Cûzcân şehrinin giriş kapısı üzerine asılmıştır. Yahyâ’nın Horasan bölgesinde başlatmak istediği isyan başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Tespitlerimize göre bunun bazı sebepleri bulunmaktadır. İlk olarak olarak Yahyâ’nın kalkışacağı isyan hareketi için önceden takip edeceği bir yol haritası hazırlamadığı, geniş bir halk kitlesiyle iletişim sağlayamadığı ve hedefini belirlemediği anlaşılmaktadır. İkinci olarak, Yahyâ’nın isyanında Emevî ordularına karşı koyabilecek yeterli sayıda desteğinin olmadığı görülmektedir. Buna sebep olarak da Yahyâ’nın Horasan’da geçirdiği üç yıllık dönemde takibat altında olduğundan gizlendiği ve bu sebeple açıktan faaliyette bulunamadığı sonucuna varabiliriz. Ayrıca kendisinin bölgedeki Keysânî, Abbâsî ve diğer Şiî toplulukların desteğini sağlayamamış olduğu görülmektedir. Özellikle Abbâsîler taraftarlarına Yahyâ’nın isyanına katılmamaları yönünde uyarıda bulundukları bilinmektedir. Yahyâ’nın isyanı başarısız olsa da ilerleyen süreçte bölgedeki halklar üzerinde bazı etkilerde bulunmuştur. Özellikle Yahyâ’nın Horasan’da öldürülmesinin en önemli sonucu Abbâsî ihtilali için uygun bir zeminin oluşmasına yardımcı olmasıdır. Bu şekilde ilk olarak Zeyd’in akabinde Yahyâ’nın öldürülmeleri farklı topluluklara ayrışmış tüm Şiî grupların Abbâsîler’in “Âl-i Muhammed” daveti altında toplanmalarını sağlamıştır. Sonuç olarak Yahyâ’nın isyanının başarısızlıkla sonuçlanması, Abbâsîler’in bölgedeki propaganda faaliyetlerini güçlendirmiş ve muhtemelen Emevî hakimiyetinin yıkılış sürecine katkıda bulunmuştur.
  • Öğe
    Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Göynük müftüsü İbrahim Hakkı Efendi
    (Cumhuriyet Univ, Fac Theology, 2020) Ayar, Talip
    Öz: Bu makalede Göynüklü İbrahim Hakkı Efendi’nin yaşamı ele alınacaktır. İbrahim Hakkı Efendi, Rûmî takvime göre 1294/1878 yılının ortalarında Göynük’te dünyaya gelmiştir. Babası müderris olduğu için küçüklüğünden itibaren ilim çevrelerine aşinadır. Eğitim hayatının ilk yılları doğduğu yer olan Göynük’te geçmiştir. Tahsil sürecinin ilerleyen aşamalarını ise İstanbul’da bitirmiştir. Medrese eğitimini tamamlayıp icâzet aldıktan sonra Göynük’e dönmüş ve vefat tarihi olan 1946 yılına kadar memleketinde çeşitli resmî görevler üstlenmiştir. Üstlendiği görevler arasında en uzun süreli olanı Göynük müftülüğüdür. Bu görevi Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında sürdürdüğü bilinmektedir. Dolayısıyla İbrahim Hakkı Efendi Göynük’te, Osmanlı döneminin son ve Cumhuriyet döneminin ilk müftüsüdür. Önemli olduğunu düşündüğümüz bu konumu sebebiyle İbrahim Hakkı Efendi, makaleye konu edilmiştir. Tespitlerimize göre İbrahim Hakkı Efendi’yi konu edinen herhangi bir çalışma henüz yapılmamıştır. Bu yönüyle makale, arşiv kaynakları ve ulaşılabilen diğer bilgiler/belgeler ışığında İbrahim Hakkı Efendi’nin tanınmasına/bilinmesine olanak sağlayacaktır. Makalede hayatı ve ailesine, eğitimi ve hocalarına, ilmî birikimi ve üstlendiği görevlere yer verilmiştir. Bu bilgileri elde etmek için öncelikle İstanbul Müftülüğü Meşihat Arşivi ve Diyanet İşleri Başkanlığı Arşivi’ne başvurulmuştur. Sözü edilen arşivlerden, İbrahim Hakkı Efendi’nin sicil dosyaları temin edilmiştir. Ayrıca makaleye katkı sağlayacağı düşünülen diğer kaynaklar da titizlikle taranmıştır. İbrahim Hakkı Efendi, medrese eğitiminin akabinde kürsü şeyhliği imtihanına girmiş ve başarılı bulunmuştur. Ancak kürsü şeyhliğine belirli hiyerarşi gözetilerek atama yapıldığından kendisinin sırası gelmemiştir. Bunun üzerine İbrahim Hakkı Efendi de İstanbul’dan memleketi Göynük’e dönmüştür. Göynük’e dönüşünden itibaren vefatına kadar bir takım resmî görevler üstlenmiştir. Mahkeme âzâlığı, müderrislik ve müftülük üstlendiği görevler arasında bulunmaktadır. Müftülük görevi için kendisinin ismi yerel birimler tarafından seçilerek belirlenmiş ve Şeyhülislamın onayıyla birlikte göreve tayin edilmiştir. İbrahim Hakkı Efendi, 1912- 1946 yılları arasında kesintisiz bir şekilde Göynük müftülüğünü yürütmüştür. Uzun süre müftü olarak hizmet etmesi, onun eğitimi, ilmî birikimi, kişisel özellikleri, yöneticiler ve toplum nazarındaki konumu hakkında olumlu bir kanaat oluşması için yeterlidir. Zira bir kimsenin otuz dört yıl aynı görevi yürütmesi en azından ona duyulan güvenin göstergesidir. Bununla birlikte müftülük görevine getirildiği ilk zamanlar, onun hakkında bir takım itirazlar da gündeme getirilmiştir. Makalenin amaçları arasında yer almasına rağmen bazı konuların açığa çıkarılamadığını ifade etmek gerekecektir. Sözgelimi onun eğittiği talebelerin, verdiği fetvâların, dönemin olayları karşısında sergilediği tutum ve davranışların tespit edilemeyişi bunlara örnek gösterilebilir. Nitekim makalede, yukarıda zikredilen problemlerin de eleştirel bir tutumla, bilgi, belge, araştırma ve incelemelere dayalı şekilde üstesinden gelinmesi amaçlanmıştır. Ancak veri ve doküman teminindeki güçlükler bu sorulara cevap bulmamızı engellemiştir. Öte yandan, İbrahim Hakkı Efendi’nin sicil dosyalarının bulunduğu arşivlere işaret edilmiştir. Veri toplama aşamasında bu arşivlerin yanı sıra Cumhuriyet Arşivi, yöresel/mahalli ve özel arşivler de taranmıştır. Ayrıca Bolu ve Göynük tarihi üzerine çalışan araştırmacılardan bir kaçıyla görüşülmüştür. Fakat sözü edilen konuları açıklığa kavuşturacak sözlü veya yazılı herhangi bir bilgi ve belgeye ulaşılamamıştır. Kuşkusuz ilmî ve kültürel kimliğin bütün yönleriyle tespit edilmesinde yerelin kaynaklığı önemlidir. Yereldeki bilgileri içeren kaynakları düzenli bir şekilde kaydetmek, korumak ve sonraki dönemlere aktarmak büyük önem arz etmekle birlikte bu her zaman mümkün olmamıştır. O yüzden araştırmacılar açısından zaman zaman sınırlılıklar söz konusu olmaktadır. Benzer durum bizim makalemiz için de geçerlidir. Makale içeriğine doğrudan katkı sağlamamış olsa bile Göynük’ün kültürel kimliği ve mirasını ortaya koyan çalışmalara imkânlar ölçüsünde başvurulmuştur. Dolayısıyla İbrahim Hakkı Efendi’yle ilgili en azından şimdilik bu kadar bilgi tespit edilmiştir. Daha sonra elde edilmesi muhtemel bilgi ve belgelerle makale içeriğinin geliştirilmeye açık olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.
  • Öğe
    A civilization center in the pre-islamic era: Jurash
    (Hitit Univ, 2015) Kara, Cahid
    Jurash in which was located on the border between Hijaz and Yemen was located on the point of world trade routes coming from China and Indiain the ancient time. That means doors of the city were open to the World in terms of economy, social and cultural communitions. Secondly, through red-haired camels, sheeps called al-Hadhf and grapes called al-Jurashan Jurash had a rightful reputation in the peninsula. In addition, producing catapulte is to indicate that the city had a significant development level regarding to culturel development. Furthermore, recently held archaeological finds have revealed that Jurash was one of the most important settlements on the caravan route extending along with the Red Sea to the North. While all of given information in the article would partly uncover to enlighten the relevant period for researchers studying on, it would also give contrubition to comprehension and interpretation of the Qur'an and sunnah at a certain rate.
  • Öğe
    Cihat Mevzuatı
    (2017) Ayar, Talip
    "Cihet" kelimesi vakıf ıstılahında; "görev, vazife" anlamlarına gelmektedir. Osmanlı vakıf müessesesinde yürütülen hizmetler için verilen görevler bu kelimeyle ifade edilmiştir. Çoğulu "cihât"tır. Tespitlerimize göre cihetlerin/cihâtın uygulamaya yönelik usul ve esaslarını belirleyen sekiz adet mevzuat düzenlemesi yapılmıştır. Yapılan mevzuat düzenlemelerinin dört tanesi nizamnâme, bir tanesi talimât, bir tanesi kararnâme; bir tanesi 1290/1873 tarihli nizamnâmeye ve diğeri de 1301/1883 tarihli kararnâmeye zeyl olmak üzere hazırlanmıştır. Bütün bu düzenlemelerden cihâtın tarifi ve türleri, tevcih/tayin usulü ve konuyla ilgili diğer bilgiler öğrenilebilmektedir. Onun için bu çalışmada Osmanlı vakıf sisteminin cihet alanında yapılan mevzuat düzenlemeleri bir araya getirilecek ve ayrıca kaynaklarda Osmanlı Türkçesiyle yer alan bu mevzuat metinleri sadeleştirilecektir
  • Öğe
    Putperest Arapların dinlerini temellendirmede Hz. İbrahim tasavvurunun etkisi
    (2016) Kara, Cahid
    Mekke döneminde açıktan tebliğin başlamasıyla birlikte putperestler İslam'a karşı çetin bir muhalefete başlamışlardır. Bu muhalefetlerinin ana nedeni ise Kur'ân'ın putperestlerin taptığı putların değersiz olduğunu ve bu putlara tapan atalarının ebediyen cehennemde olduklarını beyan etmesidir. Putperestler ise Allah'tan başka put ve heykellere tapmayı bizzat Allah'a nispet etmekteler, Allah'ın bu putlara tapılmasından razı olduğu için kendilerinin taptıklarını ifade etmekteydiler. Dolayısıyla putperestler putlara tapma konusunda samimi bir inanca, Allah'ın murat ve rızasının da atalarının gösterdiği şekilde olduğuna inanmaktaydılar. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in getirdiği yeni din kendileri için farklı ve atalarının yolundan dolayısıyla kendilerince Allah'ın gösterdiği ve gelenek halinde ulaşandan ayrı olmaktadır. Putperestler ise tüm inanç ve geleneklerini kendilerinin de atası saydıkları ve Allah'ın peygamberi olarak kabul ettikleri Hz. İbrahim'e dayandırmaktadırlar. Bu konudaki Hz. İbrahim'le ilgili doğrudan ve dolaylı Kur'an ayetleri putperestlerin zihnindeki İbrahim tasavvuru hakkında bizlere bazı emareler sunmaktadır. İlaveten, Kâbe içindeki Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in temsili tasviri bu konudaki düşüncemizi desteklemektedir. Bu konuda ayrıca Kur'ân'ın muvahhit anlamında sık sık vurgu yaptığı hanif kavramının yine bu dönemde putperestlerin kendileri için kullandığı sonucuna vardık. Putperestler Hz. İbrahim'in sünnetlerini yerine getirdikleri için kendilerini Hz. İbrahim'in dinine mensup saymaktaydılar. Bu yüzden de atalarından tevarüs edegeldikleri tüm inanç ve geleneklerini kutsayarak bir nevi mensubu oldukları İbrahimî geleneğin bir parçası kabul etmekteydiler. Buna karşın Kur'ân bir nevi hanif kavramına sahip çıkarak putperestlerin putlara tapma konusundaki inançlarının yanlışlığını Hz. İbrahim örneği üzerinden ortaya koymaya çalışmıştır.
  • Öğe
    XVI. yüzyılın ilk yarısında Türk-Fransız ilişkileri, Kanuni Sultan Süleyman - I. François ittifakı
    (2014) Ceran, İsmail
    Türk-Fransız ilişkileri iki ülkenin birbirinden uzak olması ve önceleri din ayrılığından doğan nefret yüzünden, ancak 1525 yılında kurulabilmiştir. l5l9'da Maximilien'in ölümü üzerine imparator seçilmek isteyen I.François İstanbul'u Türklerden alacağını ve Anadolu'dan tamamen kovacağını vaat etmişti. Fakat imparator seçilen Şarlken'e karşı Pavia savaşında yenildi ve esir düştü. Bu durumda kendisine yardım düşündüğünden annesi vasıtasıyla Jean Frangipani'yi Kanunî'ye elçi olarak gönderdi. Kanunî, Şarlken'e karşı Fransa'yı himaye kararı aldı. Böylece Avrupa'yı ortadan ikiye bölmek ve Türk hâkimiyetini bütün cihana göstermek imkânını elde edecekti. Nitekim I.François esaretten kurtuldu ve Türkler Orta-Avrupa'ya muhtelif askerî seferler düzenledi. 1535'te Fransa'nın ilk daimi büyükelçisi Jean de la Forest'in İstanbul'a gelmesiyle ilişkiler diplomasi temellerine oturtuldu. 1536'da bir İttifak Antlaşması imzalandı; Osmanlı idaresi Fransa'ya ilk kapitülasyonu verdi. Kanunî ve I.François zamanında oluşan ve I.François tarafından Avrupa kamuoyundan ustalıkla gizlenmeye çalışılan diplomatik temaslar ileride ortak askerî harekâta dönüştü. 1543'de OsmanlıFransız kuvvetleri Nice'i kuşattı. Toulon limanında kışlayan Osmanlı donanması daha sonra Fransa'nın yardım istemesi üzerine İspanya kıyılarına kadar seferler gerçekleştirdi. Bu dönemde Fransa'nın kadim düşmanı Habsburglar, Osmanlı-Fransız ilişkilerinin hiç şüphesiz en belirleyici ana unsuru olmaya devam etti. Kanunî'nin saltanatından itibaren Osmanlı Devleti denge unsuru olarak Avrupa iç işlerine müdahale eden önemli bir güç haline geldi. Dolayısıyla Zambak ile Hilal'in ittifakı Avrupa'nın daimî politikalarından biri olarak devam etti.
  • Öğe
    İlk Osmanlı Fransız ilişkileri, haçlılar ile mücadeleler ve Cem Sultan olayı
    (2014) Ceran, İsmail
    İlk Osmanlı-Fransız ilişkileri, 1353'te Süleyman Paşa'nın Avrupa'ya geçerek Gelibolu'da Çimpe kalesine yerleşmesiyle başlar. Bu durum Hıristiyanlık dünyasını heyecanlandırır ve Papayı Osmanlı'ya karşı Haçlı seferi düzenlemeye zorlar. Papanın Haçlı seferi davetine Savua kontu Amédée cevap verir ve Gelibolu'nun kısa bir süre için de olsa geri alınışına katılır. Fakat Osmanlı'nın Avrupa'daki ilerleyişi durdurulamaz. Bu durumda Papalar Avrupa'daki Hıristiyan devletlerle ittifak kurmaya çabalar. 1396'da Niğbolu Savaşı'nda, Haçlı ordusu saflarında altı bin kişilik Fransız askeri Türklere karşı savaşır ve ileri gelen Fransız asilzadeleri esir edilerek fidye karşılığı serbest bırakılır. 1453'te İstanbul'un fethi ve Türklerin Avrupa'da ilerleyişi hem Avrupa'nın hem de Hıristiyanlığın varlığına karşı bir tehdit unsuru olarak algılanır. Bourgogne Dükü Philippe-le-Bon ise, ötedenberi tasarladığı bir Haçlı Seferini düzenlemeye kalkışır. 1480'de Osmanlı'nın Otranto'ya girişi Avrupa'da şok etkisi yapar. Fakat 1481'de Fatih'in vefatı Avrupa'yı rahatlatır. Bizans'ı diriltmek, İstanbul'u ve Kudüs'ü geri almak gibi büyük emeller peşinde koşan Fransa kralı VIII. Charles bu sırada Avrupa'da rehine olarak bulunan Cem Sultan'ın durumundan faydalanmaya çalışır. Ancak Papa tarafından kendisine teslim edilen Cem Sultan'ın kısa bir müddet sonra ölmesiyle bu projesi gerçekleşemez. Cem Sultan'ın Hıristiyanların eline geçmesi, Avrupalı devletlerin Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmasına, Osmanlıların batıdaki fetihlerinin bir süre durmasına sebep olmuştur. İşte bu şekilde başlayan Osmanlı-Fransız ilişkileri, 1525 yılına kadar aynı olumsuz hava içinde devam eder.
  • Öğe
    Bir Osmanlı müderrisinin icâzetnâmesi ve tarihî kaynak değeri üzerine bazı mülahazalar
    (2014) Ayar, Talip
    İcâzet, hocanın öğrencisine, kendisinden öğrendiği bilgileri aktarması için verdiği izni ifade eden terimdir. Öncesi miladî IX. yüzyıla dayanan ve tarihî bir derinliğe sahip olan uygulamadır. İlk olarak hadis alanında kullanılmaya başlamıştır. Ardından ilimlerin daha sistemli hale getirilmesiyle birlikte, hadis dışı disiplinlerde de kullanılır olmuştur. İslâmî eğitim-öğretim sistemine has olan bu gelenek, Farsça'nın ve Osmanlı Türkçesi'nin kullanıldığı coğrafyalarda "icâzetnâme" tabiriyle ifade edilmiştir. Diğer yerlerdeki uygulamalara nazaran Osmanlı'da icâzetnâmelerin, şekil, muhteva, veriliş esnasında riayet edilen esaslar bakımından, daha sistemli bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Bütün bunlar çerçevesinde icâzetnâmeler, kaynak değeri açısından tarihî vesika hükmündedir. İcâzetnâme, sahibi için, onun eğitim-öğretim faaliyetine etkin bir kimlikle katılabilme yeterliliğini gösterir. Ayrıca icâzetnâmeler, içerik bakımından döneminin, ilim ve kültür hayatına, eğitim-öğretim faaliyetlerine, hatta eğitim ve ilim merkezi olma bakımından kentlerin tarihine ve bunlar gibi daha birçok konuya ışık tutması yönüyle önemlidir. Bu önemine binaen makalede, Osmanlı'nın son döneminde yaşamış ve müderrislik görevinde bulunmuş Şerefeddin Şaban Efendi'nin icâzetnâmesinin, icâzetnâme külliyatı içerisindeki yeri tespit edilecektir. Tespit esnasında, şekil ve muhtevâ bakımından tahliller yapılarak icâzetnâmenin, genel icâzetnâme formlarıyla örtüşen ve farklılaşan yönleri belirlenmeye çalışılacaktır. Ayrıca icâzetnâme vesilesiyle geçmişle bağ kurma çabalarını sağlam bir zemine oturtmak için, onun tarihî kaynak değerinin ortaya konulmasına gayret gösterilecektir. Son olarak, icâzetnâmenin verildiği dönemi anlama adına Osmanlı eğitim-öğretim sisteminde bu uygulamanın işleyişine ana hatlarıyla değinilecektir.
  • Öğe
    Klasik kaynaklarda islâm muhalifleri hakkındaki rivayetlerin değerlendirilmesi: Ebû Cehil (Ebûl-Hakem Amr b. Hişâm) örneği
    (2013) Kara, Cahid
    Araştırmamızın amacı, islâm‘ın doğuş yıllarında muhalif cephede yer alan kiş ilerin faaliyetlerinin İslâm kaynaklarındaki rivayetlerinin değerlendirilmesi olaca ktır. İslâm‘ın doğuş yıllarında başlayıp Mekke‘nin fethine kadar şiddetli bir şekilde devam eden Kureyş eşrafının ısra rlı muhalefeti, tarih boyunca Müslüman toplum üzerinde bıraktığı psikolojik etki oldukça önemlidir. Özellikle de bu dönemde İslâm‘a ve Müslümanlar‘a karşı öne çıkan muhalefetin simgesel isimleri, yaptı kları uzlaşmasız ve düşmanca faaliyetleriyle klasik kay nak kitaplarda yer almı şlardır. Olayların kaynaklarımızdaki tasvirini ortaya koyabilmek için Ebû Cehil ö rneği üzerinden ilgili rivayetler analiz edilmeye çalışılarak Müslüman tarihçilerin bu rivayetleri aktarmada ne derece tarafsız kalabildikleri incelenec ektir.
  • Öğe
    Heyetler yılı (senetül-vüfûd): Tarihsel arka plan üzerine bir inceleme
    (2014) Kara, Cahid
    Heyetler Yılı, Arap yarım adasının çeşitli bölgelerinden kabile temsilcilerinin Medine‘ye gelerek İslâm‘ı kabul ettiklerini veya bir peygamber ve devlet adamı olarak Hz. Peygamberle antlaşma yapmak istediklerini beyan ettikleri hicri 9. (630) yıldır. Klasik kaynaklarımızda Arapların İslâm‘ı veya hâkimiyetini kabul etmelerine etki eden sebep olarak Mekke‘nin fethi ve sonrasında Kureyş‘in Müslüman olması gösterilmektedir. Bununla birlikte, klasik kaynaklardaki rivayetlere ilave olarak heyetlerin gelişine neden olan olaylar daha geniş , bütüncül ve birbiriyle bağlantılı bir bakış açısıyla ele alındığında konunun farklı yönlerinin olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
  • Öğe
    Kitap tanıtımı / Book review
    (2017) Ayar, Talip
    Çalışmanın Giriş kısmı, "Problem, Amaç ve Yöntem", "Din, Ahlak ve Meslek Ahlakı" başlıklarından oluşmaktadır. Yazar Giriş kısmına ilahiyatçıların ve din görevlilerinin meslekî alanda ahlak gereksinimlerini sorgulayarak başlamış, bir anlamda bu sorularla çalışmaya duyulan ihtiyacı ortaya koymuştur. Bununla birlikte çalışmada ele alınan problem, genel/evrensel ahlak sorunundan daha özele doğru ahlakın kendini yenileme/yeniden yapılandırma sorunu ve ilahiyatçılık ve din görevliliği meslek ahlakı çalışmasının bulunmayışı sorunudur. Yazar, belirtilen üçlü sorun alanından sonuncusuna spesifik anlamda eğilmiş ve asıl problem alanı olarak belirlediği bu konuya yoğunlaşmıştır. Onun için "ilahiyatçılık ve din görevliliği meslek ahlakı" özelinde -bilindiği kadarıyla- herhangi bir çalışmanın yapılmamış olması, tanıttığımız eseri daha da önemli kılmaktadır. Zira eserin amacı sadece ilahiyatçılık ve din görevliliğini meslek edinmiş kişilere değil, mesleğe aday kişilere de yol haritası olacak şekilde belirlenmiştir. Zaten yazar, İlahiyat Fakültesini bitiren bir öğrencinin göreve başlamadan önce icrâ edeceği mesleğin ahlak kodlarıyla ilgili ders alması gerektiğini ifade etmektedir (s. 18). Kanımca bu süreç daha da öne alınmalı "meslek ahlakı" içerikli müstakil dersler müfredata konulmalıdır. Çalışmada yöntem olarak dini, felsefi ve mesleki ahlak metinlerinden konuyla ilgili bilgi ve belge toplamaya öncelik verilmiştir. Toplanan bilgi ve belgeler üzerinden tahlil ve çözümleme yapılmış, çıkan sonuçlardan çözüm ve öneri odaklı bir metot takip edilmiştir. Alanında ilk olma özelliğini taşıyan bu eser, sonraki çalışmalara kuşkusuz yöntem açısından da ışık tutacaktır
  • Öğe
    Osmanlı’nın son dönemi Maçka’da kiliselerin tamiri ve yeniden inşâsı
    (2017) Ayar, Talip
    Bu makalede, Maçka'da tamir gören ve yeniden inşâ edilen kiliseler ele alınmıştır. Ulaşılabilen belgeler ışığında, kiliselerin tamir ve yeniden inşâ taleplerinin nasıl gerçekleştirildiği incelenmiştir. Nitekim arşiv belgelerinde ve kilise defterlerinde yapılan araştırmalar, Maçka özelinde bu türden faaliyetlerin ilk olarak 1848 yılında gerçekleştiğini göstermektedir. Dolayısıyla çalışmamızın zaman kesitini yaklaşık olarak Osmanlı'nın son yüzyılı oluşturmaktadır. Bunlara ilaveten araştırmamızda tamir gören ve yeniden inşâ edilen toplam yedi kilisenin kısaca tarihî serencamı yer almaktadır. Çalışma alanı olarak Maçka belirlenmiştir. Bunun sebebi tarihi süreç içerisinde Maçka'nın hem çok sayıda kiliseye ev sahipliği yapmasından hem de Ortodoks Hıristiyanlık alemi için önemli bir merkez olmasından kaynaklanmaktadır. Zira Maçka, Kudüs ve Aynaroz'dan sonra üçüncü mukaddes yerdir. Buranın kutsiyeti havarilerden birinin oraya gitmesiyle açıklanmaktadır. Diğer taraftan bölge Osmanlı Devleti'nde yaşanan tanassur hareketlerinin odak noktasında bulunmaktadır. Onun için bu makalede, sadece tamir ve inşâ faaliyetinin ötesinde devletin, Hıristiyan tebaanın mabedleriyle ilgili taleplerine karşı nasıl bir tutum sergilediğinin resmi de ortaya konulmaktadır
  • Öğe
    Osmanlı vakıf geleneğinde cihet uygulaması
    (2018) Ayar, Talip
    Bu makalede cihet uygulamasının Osmanlı vakıf geleneğindeki yeri incelenecektir. En yalın anlamıyla "cihet", vakıf bünyesinde yürütülecek hizmetler için tahsis edilen görevlere verilen isimdir. Çoğulu "cihât"tır. Vakıfların dinî, sosyal ve kültürel birçok alanda hizmetleriyle ve dolayısıyla cihet türleriyle karşılaşılmaktadır. Türleri ve nitelikleri belirlenen cihetler, tespit edilen şartları taşıyan kimselere verilmiştir. Böylece cihet sahipleri vakfın çalışanı kimliğiyle sorumluluk üstlenmiştir. XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren artarak devam eden vakıf müessesesini sistemleştirme uğraşları, cihet alanında göreceli olarak daha geç zamanda vuku bulmuştur. Nitekim Evkâf Nezâreti 1826 yılında kurulmuşken, Devlet Salnâmeleri'ne göre cihet işlemlerini organize edecek büronun/kalemin teşkili ve ilk cihât müdürünün tayini 1870 yılında gerçekleşmiştir. Keza cihet alanında ilk mevzuat düzenlemesi de 1870 yılında yapılmıştır. Bu tarihten itibaren Osmanlı vakıf geleneğindeki cihet uygulaması daha sistemli bir şekilde varlığını devam ettirmiştir.
  • Öğe
    Arşiv belgelerinde Mudurnu yangınları (1888-1906)
    (2014) Ayar, Talip
    Bu çalışmada, Mudurnu kazasında meydana gelen yangınlar ele alınmaktadır. Osmanlı Devleti'nin taşra yerleşim birimlerinden biri olan Mudurnu'da, 18881906 tarihleri arası dört yangın meydana gelmiştir. Bunlar, Hükümet Konağı yangını (1888), Keçikıran köyü yangını (1902), Çetin (1904) ve İmaret (1906) mahalleleri yangınlarıdır. Makalenin 1888-1906 yılları arasını kapsamasının nedeni, çalışma alanı olarak belirlenen Başbakanlık Osmanlı Arşivi'ndeki belgelere sadece ilgili yangınların yansımış olmasıdır. Bundan dolayı çalışmanın kapsamı bu tarihlerle sınırlandırılmıştır. Yangınların tamamı kazaen ortaya çıkmış ve hiçbirinde can kaybı meydana gelmemiştir. Ancak yangınlar, bölgede yaşayan insanlara ekonomik bakımdan büyük sıkıntılar yaşatmıştır. Bu bağlamda, zaten malî açıdan bunalımlı bir dönemden geçen devlet, yangınzedelerin yaralarını sarmak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamış, yerelden gelen talepleri karşılamıştır. Ayrıca bölge insanının sergilediği yardımlaşma ve dayanışma ruhu, zararın ve acının etkisini hafifletmiştir. Bütün bu gelişmeler doğrultusunda çalışmayla, Mudurnu tarihinin daha iyi anlaşılması ve mevcut bilgi kazanımlarının bir adım daha ileri götürülmesi hedeflenmektedir.
  • Öğe
    Amel formu ve Abdülkâdir Merâgî’nin anonim bir mecmuadaki amel besteleri
    (2018) Yıldız, Osman
    Amel formu XV. yüzyılda çok yaygın olarak kullanılmış eski bir Türk müziği formudur. II. Murat ve Fâtih devrinde yazılan güfte mecmualarında pek çok örneği vardır. Sonraki yüzyılda yerini Murabba formuna bırakmıştır. Şekil ve icrâ açısından benzemese de XVII. yüzyıldan sonra yazılan güfte mecmualarında amel yerine “kâr” kelimesinin tercih edildiğini görmekteyiz. Genellikle Farsça olan amellerin yanında Arapça ve Türkçe örneklerine de rastlanmaktadır. Abdülkâdir Merâgî hem nazariyatçı hem de bestekâr ve icrâcı olarak müziğimizde çok önemli bir kişidir. Ona ait bestelerin belirlenmesi de büyük önem arz eder. İncelediğimiz güfte mecmuasında birçok amel bestesi yer almaktadır. Bu makalede anonim güfte mecmuasına göre Amel formunun icrâsı ve Merâgî'nin bu formdaki bestelerinin tespitine yer verilmiştir.
  • Öğe
    Halid B. Yezid (ve ailesi): Siyasi ve kültürel etkinliği üzerine değerlendirmeler
    (2017) Aras, Ömer
    Raşid halifelerden sonra yönetimi ele geçiren Emevi hanedanı bir dönem için önemli roller oynamış bir ailedir. Cabiye toplantısıyla birlikte yönetim hakkı Emevi ailelerinden biri olan Süfyani kolundan alınarak Mervani koluna devredilmiştir. Halid b. Yezid ise Beni Ümeyye'nin, yönetimde bir nevi aks değiştirmesi anlamına gelen bu sürecin önemli figürlerinden biridir. Câbiye toplantısında Benî Ümeyye'nin Süfyanî kolunun ve onu destekleyen Yemenli kabilelerin adayı olan Halid, yaşının genç olmasından dolayı halife seçilmemiş ancak birinci veliaht olarak belirlenmiştir. Halife seçilen Mervan b. Hakem onun annesi ile evlenmiştir. Siyasi alanda çok fazla aktif olmayan Halid, İslam dünyasında ilk kez Yunanca ve Kıptîce'den tıp, felsefe ve simya/kimya gibi alanlarda eserler tercüme eden kişi olarak kabul edilir. Onun bu yönü tartışmalı olmakla birlikte kendisine nisbet edilen, kimya üzerine birçok risale mevcuttur. Bu çalışmamızda onun kişiliği, siyasi ve ilmi yönü üzerinde durmaya çalışacağız. Klasik kaynaklar ve çağdaş çalışmaları esas alarak onun tarihsel-gerçek kişiliği üzerindeki çalışmalara katkı yapmayı amaçlamaktayız.
  • Öğe
    Fransa'da İslâm (viii. yüzyıl)
    (2017) Ceran, İsmail
    İslâm hiç kuşkusuz Fransa tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Sekizinci yüzyılın ilk yarısından itibaren bu ülkede İslâm’ın varlığı söz konusudur. 711 yılında Cebelitarık Boğazı’nı geçen İslâm orduları kısa sürede İspanya’yı fethedip Pirene sıradağlarını aşarak Fransa topraklarına girdiler. Yaklaşık yarım asır Pirene sıradağları ile Rhône vadisi arası İslâm medeniyetinin bir parçası oldu. Bu ülkeyi İslâm’ın hâkimiyeti altına almak isteyen orduların kuzeye doğru ilerleyişleri 732 yılında Poitiers’de durduruldu. Buna rağmen Müslümanlar Fransa’nın güneyinde bir müddet daha fetihlere devam ettiler. Her ne kadar iki farklı dünya arasında savaşlar yapılıyor olsa da tarafların birbirleriyle karşılıklı ilişkileri kesilmedi. Hatta bu ilişkilerin Şarlman zamanında sıklaştığına şahit olundu. Şarlman bir yandan Endülüs’e karşı mücadelesini sürdürürken diğer yandan o devrin en büyük devleti Abbasîler ile yakınlaşmaya çalıştı ve Hârûn Reşîd ile elçi teatisinde bulundu. Bu süreçte Hârûn Reşîd’in gönderdiği değerli hediyeler; özellikle saat ve fil Fransızların hafızasında Müslüman Şark hakkında önemli bir etki bıraktı. Dolayısıyla söz konusu bu dönemde İslâm Fransa ve Akdeniz havzasında etkin rol oynadı ve aynı zamanda bölgeye büyük bir dinamizm getirdi.